Final Fantasy, benim biraz karışık bir şekilde içine girdiğim bir seriydi. Maceram aslında Final Fantasy XV ile başlamıştı. Daha sonra serinin daha eski oyunlarına yöneldim, Final Fantasy XIV: A Realm Reborn ile bile biraz zaman geçirdim. Stranger of Paradise: Final Fantasy Origin gibi yan oyunlar derken, Final Fantasy VII Remake gibi yeniden yapımları ve A King’s Tale: Final Fantasy XV ile Theatrhythm Final Bar Line gibi ilginç seri girişlerini de deneyimledim. Şimdi ise bu ikonik markanın en son ana oyunu olan Final Fantasy XVI piyasaya sürüldü ve kendisinin içine attım kendimi büyük bir merakla. Sonucunda ise neredeyse kusursuz bir deneyim elde ettim.
Square Enix tarafından şimdilik sadece PlayStation 5 için geliştirilen ve yine Square Enix tarafından 22 Haziran 2023 tarihinde piyasaya sürülen Final Fantasy XVI; olağanüstü güzellikteki görselliğinden, muhteşem hikâyesine kadar baştan sona ilgi çekici bir deneyim sunuyor. Aksiyon temelli savaş anları, Eikon ile zirveye ulaşıyor ve oyunun hikayesi de kesinlikle seride oynadığım en iyi hikayelerden biri; zaten bu zamana kadar internette görmüşsünüzdür yorumları ama Game of Thrones ile oldukça benzer hissettiriyor tematik olarak. Bu yapıt, Phoenix ve Ifrit’in açılış sahnelerinde savaştığı andan neredeyse 50 saat sonra jenerik akana kadar beni büyüledi.
Final Fantasy XVI, seriyi ortaçağ temalı fantezi köklerine geri döndürerek son derece insani bir hikaye anlatıyor. Valisthea’nın karanlık, cesur ama yine de son derece güzel dünyasında geçen bu oyun, Clive Rosfield’ın hikayesini ve genç hayatı boyunca verdiği mücadeleleri anlatıyor. Clive’ın gençlik yıllarından başlayıp, yirmili ve otuzlu yaşlarına kadar uzanan yolculuğunun birçok bölümünde geçen bu yapıtın anlattığı hikaye, gerçekçi motivasyonlar ve temalarla dolu. Siyasi çekişmeler ve Blight’ın üstesinden gelen bir dünyada kalan kaynakları kullanma ihtiyacı, Valisthea’nın büyük güçlerini harekete geçiriyor.
Çeşitli kaynaklardan ilham alan, edebiyatta ve diğer Final Fantasy oyunlarında gördüğümüz temaları yeni ve olgun bir şekilde işleyen bir hikaye karşımıza çıkıyor Final Fantasy XVI ile. Burası sert bir dünya ve Valisthea’daki insanlar, yaşam tarzlarıyla hayatta kalmak ve gelişmek anlamına geliyorsa ellerini kirletmeye fazlasıyla istekliler. Serinin bu daha cesur, daha karanlık versiyonunun gerçekçiliğe fazla bağlı kalacağından korkuyordum ama ilk Chocobo Knight ekranı geçtiğinde yeterince Final Fantasy hissettirmeye başladığını söyleyebilirim oyunun; Morbol ve son derece akrobatik Dragoon ile savaşırken iki kat daha fazla ileri gitti klasik seri hissi.
Final Fantasy XVI, çok katmanlı bir hikaye sunuyor
Mothercrystal ve Blessing, Final Fantasy XVI içerisinde anlatılan hikayenin temel direkleri olarak sunuluyor. Bu kristaller Valisthea’nın çeşitli halkları için bir büyü kaynağıdır ve bu yüksek eter dağlarından toplanan kristallerin kullanımıyla dünya işlemektedir. Kristaller bir bardağı içecek bir şeyle doldurmaktan, demirhanede bir sonraki zırh takımını çıkarmak için bir demir ocağını yakmaya kadar her şey için kullanılır. Kristaller ve getirdikleri güç, onları karşılayabilenler için rahat bir yaşam sağlar ve sonuç olarak Valisthea’daki toplumlar onlara tamamen güvenmeye başlamıştır. Daha sonra da zaten bütün problemler bu kristallerden çıkıyor.
Final Fantasy XVI içerisindeki Valisthea’nın farklı bölgeleri, Batı’daki Rosaria Büyük Dükalığı’ndan güneydeki Dhalmekian Cumhuriyeti’ne ve uzak Ash’teki Waloed Krallığı’na kadar, onları kontrol eden gruplar tarafından işaretlenmiştir; her toplumun kendilerine eter sağlayan Mothercrystal ile ve eter olmadan büyü yapabilenlerle kendi ilişkisi vardır. Tüm bu olayların içerisinde bu video oyunu, sürekli soru soran bir hikaye anlatıyor. Bu sorular ise genellikle gerçekten özgür olmak, nasıl yaşayacağınızı ve öleceğinizi seçebilmek elementlerinin ne anlama geldiği üzerinden soruluyor. Yani, özgür olmak ne demek? Yaşam ve ölümü seçmek, bizi özgür mü kılıyor?
Final Fantasy XVI oyunundaki Valisthean toplumunun soruyu soran bir parçası, kristal kullanmadan büyü yapabildikleri için dünyanın çeşitli halklarının kölesi olan Bearers olarak geçer. Bu insanlar, etsiz bir kabuk haline gelene kadar, her iki tarafın da ana kristalleri kontrol etmek için yürüttüğü savaşlarda yem olarak ve daha fazlası için kullanılırlar. Çeşitli gruplar bu kölelere de farklı davranır; Sanbreque’in Kutsal İmparatorluğu onları açıkça bir amaç için araç olarak görürken, Demir Krallık bu köleleri ve Eikon çağıran Hükümdarları aforoz eder. Valisthean toplumu içindeki çeşitli sınıflar arasındaki bu gerilim ve bu sorunun her zaman zor olan cevabı, olay örgüsünün çoğunu ilerletir.
Final Fantasy XVI oyununun hikayesi, yarattığı dünya kadar çok katmanlıdır. Zorlayıcı ve her fırsatta köleler için empati hissetmemi sağlayan bir hikaye, aynı zamanda kaderin dişlilerine yakalanmış hikayenin içindeki çeşitli oyuncular sunulur. Valisthea dünyasının kendisi ise tüm bunların ortaya çıktığı sahne ve her şey gerçekten nefes kesici. Dhalmekia’nın kumlu, rüzgârlı çöllerinden Rosaria’nın inişli çıkışlı tepelerine kadar ziyaret ettiğim her yeni yer beni mest etti. Oyunun bazı bölümleri beni tamamen etkiledi ve yarı açık dünya konumlarından birinde bir görev veya gezinti sırasında birçok kez durup kamerayı kaydırarak manzarayı seyrettim.
Serinin köklerine bu video oyunu ile geri dönülüyor
Final Fantasy XVI oyununun ortaçağ fantezi köklerine dönüşü sayesinde, serinin en son girişlerindeki büyü ve teknoloji karışımıyla çalışan modern şehirler gitti, bunun yerine dünya ortaçağ taş işçiliği kalelerinden, saz çatılı evlerden ve aralarında uzun bir Fallen ırkının kalıntılarından oluşuyor. Martha’s Rest kasabası yakınlarındaki Rosaria tepeleri, oyundaki en sevdiğim yerlerden biri oldu; Chocobo sürüleri ile tamamlanan otlaklar gittikçe gidiyor, Rosalith’in kalesi arka planda metanetle oturuyor. Sanbreque’in kuzey topraklarının yakınındaki ormanda dolaşmayı da sevdim, ağaçların kalın gölgesi bana Ardennes’de yürüyormuşum gibi hissettirdi.
Ana kristallerin kendisini görmek beni asıl mest eden şey oldu. Drake’s Head’i ve uzaktaki Kutsal Oriflamme Şehri’ni görmek son zamanlarda oyunlarda en sevdiğim anlardan biri haline geldi. Orada öylece ağzım açık oturuyordum ve gördüğüm manzara karşısında büyülenmiştim. Final Fantasy XVI oyununun geliştirici ekibindeki sanat ekibi kendilerini aşmış, keşfettiğim her köşe görülmeye değer güzellikteydi. Rosaria’nın Blight istilasına uğramış kuzey yürüyüş yollarının bile kendine has uhrevi bir güzelliği vardı ve oraya rastladığımda henüz dünyaya veya karakterlerine karşı gerçek bir duygusal bağ kurmamış olsam da, orada kaybedilenler için üzüntü duydum.
Bu manzaraya serinin geçmişinden motifler ve temalar alan; bunları kendi müziğiyle ustaca dokuyan mükemmel müziğinin eşlik etmesi de yardımcı oluyor. Serinin klasik öğelerinden epik bas notalarına ve zaman zaman çarpıcı gitar melodilerine kadar uzanan çarpıcı bir müzik parçası mevcut Final Fantasy XVI içerisinde. Bu oyunun bestecisi bir müzik dehası, bunu zaten serinin önceki oyunlarında, özellikle de Final Fantasy XIV içerisindeki çalışmalarından zaten biliyor olabiliriz, ancak burada müzik başka bir seviyeye taşınıyor. Video oyunlarındaki müziklere çok önem veren bir oyuncu olarak, bu yapıttaki her bir parçaya ve ses elementine tek kelimeyle bayıldım.
Final Fantasy XVI oyununda Clive’ın kişisel yolculuğu gençlik yıllarında Rosaria’daki evinde başlıyoruz. Dominant of Phoenix olan küçük kardeşi Joshua Rosfield’ın Sworn Shield’ı olan karakterimiz, Rosaria’nın ihanet sayesinde alçaldığını gören olaylara tanıklık ediyor. Joshua’nın kendisi de olayların içinde kalır ve Rosaria tahtının genç varisi trajediyle karşılaşır. Clive’ın yolculuğu kardeşine ve Rosaria krallığına hizmet etmekten ziyade intikam almaya dönüşür. Bu onun itici gücü ve oyunun ilk saatlerinde beni tamamen ele geçirdi. Ben de intikam almak istiyordum ve o andan itibaren yolculuk beni nereye götürürse götürsün, çok istekliydim.
Final Fantasy XVI, şahane karakterlere sahip
Clive’ın ve Final Fantasy XVI içerisindeki diğer herkesin iyi yazılmış ve kusursuz bir şekilde oynanmış olması, hikayeyi bir üst seviyeye çıkartıyor. Clive ile ilgili hiçbir şey burada genel fantezi oyunu kahramanı gibi hissettirmiyor. Geçmişinde yaşadığı olaylar yüzünden travma geçiriyor ve bu travma onu hem yönlendiriyor hem de peşini bırakmıyor. Bu sırada, karakterimizin çocukluk arkadaşı Jill, kanun kaçağı Cidolfus Telamon ve köpek dostumuz Torgal gibi yoldaşlar da öne çıkan karakterler. Cid’in haydut çetesinin gözcüsü olan ve oyun boyunca hikayeye girip çıkan, iyi oyunculuk sergileyen ve son derece komik Gav’ı özellikle sevdim.
Final Fantasy XVI içerisinde aslında, Clive’ın yolculuğu boyunca kullanılan bir tür merkez olan Cid’in Sığınağı’nda bulunan hemen hemen her karakter kendi başına öne çıkıyor. İri yarı Goetz, Hodor tam olarak konuşabilseydi nasıl bir Hodor olurdu diye düşündüğüm kişi – nazik, kibar ama genel olarak çekingen birisi. Dükkân sahibi Charon, yolculuk boyunca Clive’a en küstah yorumlardan bazılarını yapıyor. Oyunu oynarken ortağım olan Charon’un an be an oyunda daha fazla rol almamasına üzüldüm; yaşlı dükkân sahibinin Clive’a sataşmasını saatlerce dinleyebilirdim. Sığınağın yerleşik şifacısı Tarja nazik ama sert ve bana gayet gerçekçi bir kişi olarak göründü.
Final Fantasy XVI oyununda Clive’ın tutucu ve elitist annesi Anabella Rosfield ve hatta Clive’ın açılış kıtasında savaştığı Bearer grubundan Lord Komutanı Tiamat gibi açıkça nefret etmek üzere tasarlandığımız karakterler bile iyi yazılmış ve kusursuz bir şekilde canlandırılmış. Yine de bu karakterlerin hiçbirinin düpedüz kötü olduğu söylenemez; hepsinin kendi motivasyonları ve nüansları var, bu da onları sadece ekrandaki bir karakter değil, gerçek dünyada daha köklü hissettiriyor. Yani, kötü bir karakter sadece kötü olması gerektiği için kötülük yapmıyor. Böylesine efsanevi bir hikaye/karakter yazımını uzun süredir görmemiştim.
Final Fantasy XVI içerisinde diyalogların hiçbiri zorlama hissettirmiyor ki bu, günümüzde genellikle söylenebilecek bir şey değil. Ben Starr’ın Clive rolündeki performansı olağanüstü, Ralph Ineson’ın Cid’i canlandırması da öyle. Her iki oyuncu da rollerine sıcaklık katıyor, etraflarındaki oyuncu kadrosunu yükseltiyorlar. Oyunculuk bu kadar kaliteli olduğunda dünyayı çok daha canlı ve gerçek hissettiriyor. Clive’ın Rosaria’nın kalkanı olarak üstlendiği rol, onu sadece kılıç kullanmada değil, aynı zamanda büyü kullanmada da üstün kılmaktadır. Anka kuşu kardeşinin içine yerleşmiş olsa da, Clive hala kutsanmış durumda, yani Eikon’un bazı güçlerini savaşta kullanabiliyor.
Aksiyon temelli savaş anları adeta bir dans
Final Fantasy XVI tamamen gösteriş ilgili. Aksiyon dövüşü, hem akıcı hem de acımasız olan hızlı tempolu, sert vuruşlu aksiyon ile bu gösteriyi zirveye taşıyor. Clive, Final Fantasy XV oyunundan Noctis’in kullandığı warp yeteneğini hatırlatan Phoenix yeteneklerini kullanarak mücadeleye atılabiliyor ve DualSense için sağlanan inanılmaz destek sayesinde kılıcın her savuruşu fevkalade gerçekçi hissettiriyor. Bu, hem düşman hareketlerine karşı dikkatli tepkileri ödüllendiren hem de saldırıya ne zaman basılacağını ödüllendiren bir savaş deneyimi sunuyor. Oyun sadece PlayStation 5 için geliştirildiği için böyle bir kaliteye çok da şaşırmadım.
Final Fantasy XVI böylece agresif ve hassas bir saldırı sistemi, kaçma ve karşı saldırı ile aksiyon dolu bir dans yaşatıyor. Kendimi bir bölüm sonu canavarı dövüşünde, ciddi bir şekilde mücadeleye atılmadan önce düşmanımın hareket setini öğrenmek için uğraşırken buldum. Clive tamamen saldırgan bir makine de değil. Geleneksel bir blok hareketi olmasa da, karakterimiz gelen saldırıları savuşturabilir ve düşmanları ekstra hasar için saldırıya karşı açabilir. Çarpışmalar çoğu zaman o kadar hızlı ve akıcı olduğu için savuşturmaları zamanlamakta her zaman zorlandım; savuşturma zamanlaması geldiğinde kendimi zaten bir sonraki saldırı üzerinde çalışırken buluyordum.
Final Fantasy XVI içerisinde tepki vermekte çok yavaş kalıyordum ama mükemmel bir savuşturmayı başardığımda, bu harika, inanılmaz tatmin edici bir duyguydu. Clive’ın kendisi de hava saldırıları yapabiliyor – benim favorim hızlı bir kılıç darbesi yapmak ve ardından kılıcımı düşmanımı bir yığın halinde yere gönderen bir vuruşla indirmekti. Clive aynı zamanda acımasız da olabiliyor; yere düşen düşmanlarını bıçaklayarak bağırsaklarını deşebiliyor, suratlarına tatmin edici bir darbe indirerek onlara boyun eğdirebiliyor ve hatta onları kaldırıp yumruğuyla ateşini üfleyebiliyor. Tüm bunlar etraflarındaki dünyanın acımasızlığına mükemmel bir şekilde uyuyor ve her saniyesine bayıldım.
Clive’ın gerçekten kendisini gösterdiği yer, Final Fantasy XVI içerisindeki farklı Eikonları kanalize etme yeteneğidir. Rüzgar kullanan Garuda’dan daha soğukkanlı Titan’a (sonunda Clive’a gerçek bir blok hareketi verir), bu farklı Eikonları kullanmak savaşı muazzam bir şekilde değiştirir. Her Eikon farklı bir hareket seti ve savaş yaklaşımı sunuyor. Garuda, hızlı ve akıcıdır, ancak saldırıları mutlaka bir ton güçle vurmazken, Ramuh’un Lightning Pile Drive’ı hızla en sevdiğim AOE saldırılarından biri haline geldi. Benzer bir sistemi Forspoken oyununda da görmüştük. Clive herhangi bir zamanda Eikonlardan üçünü kanalize edebiliyor ve bu da inanılmaz bir karışım ve eşleştirme sağlıyor.
Final Fantasy XVI ile farklı güçleri birleştiriyoruz
Final Fantasy XVI oyununda mükemmel karışımı bulmak için kendimi çeşitli Eikon’larla denemeler yaparken buldum ve kendimi asla tek bir kombinasyona bağlamadım. Bu farklı Eikonlar, Clive’ın hareket setine çok daha fazla derinlik kattığı için zaten inanılmaz olan savaş sistemini daha da iyi hale getiriyor. Phoenix Shift ile bir düşmana yaklaşabilmek ve Clive, Ramuh’a geçerek bir grup düşmanın üzerine yıldırım yağdırmak her zaman tatmin ediciydi. Titan ile blok yapmak ve bunu yıkıcı hassas bir kombo ile takip etmek, savuşturma zamanlamamı tamamen unutmamı sağladı ve bu tür bir tepki zamanlamasına izin vermek için savaşı benim için önemli ölçüde yavaşlattı.
Final Fantasy XVI oyunundaki Eikon’ların hassas dansında ustalaşmak biraz zaman aldı, ancak bir kez ustalaştığımda dövüş benim için kusursuz bir hal aldı. Artık bir sonraki adımda ne yapacağımı düşünmüyordum, her şey bir trans haline gelmişti, üç Eikon arasında sürekli geçiş yapıyor, becerileri ve saldırıları sanki hepsi Clive’ın iradesinin bir uzantısıymış gibi dokuyordum. Oyunun sonlarına doğru, üç veya daha fazla AOE becerisini hızlı bir şekilde örerek tüm düşman sürülerini ortadan kaldırırdım ve sonunda çok tatmin edici hissettim. Eğer tüm bunlarla uğraşmak istemezseniz, oyunda yine Forspoken yapıtındaki gibi bir kolay kontrol modu var; komboları sizin için yapıyor.
Final Fantasy XVI görsel olarak, savaş yoğun, sadece Clive’ın büyü saldırıları her yere savrulmuyor, aynı zamanda parti üyeleri de işlerini yapıyor ve düşmanlar da öyle. Bir büyü dalgası, hasar sayıları, bir düşmanı mahvetmek için ekranda yarışan Torgallar ve daha fazlası ekranımı sürekli olarak izlemek gerçekten tatmin edici hissettiren parçacık efektleriyle dolu tuttu. Bununla birlikte, bazen bu sürekli saldırı telaşı biraz fazla yoğun olabiliyordu ve keşke ayarlarda bunu azaltmanın bir yolu olsaydı. Bazen efektler o kadar yoğun oluyor ki sahnede yaşanan şeyleri takip etmek biraz fazla zorlaşabiliyor ve baş ağrısı da oluşabiliyor ne yazık ki.
Final Fantasy XVI oyununda ek olarak, kamera her zaman başarılı değildi, özellikle de Lostwing’e doğru ilerleyen ormandaki bir şerit gibi dar alanlarda ve kelimenin tam anlamıyla aksiyonu hiç göremiyordum. Bu her zaman olmuyordu ve çoğunlukla bir düşmana kilitlendiğimde oluyordu. Ancak bu anlarda, özellikle de bir düşman saldırmak üzereyken ekranımda hala düşman pozisyon göstergelerinin olmasını çok takdir ettim. Bir saldırıdan hızlıca sıyrılıp büyü ya da yakın dövüşle karşılık verebilmek hep tatmin ediciydi. Limit aşımları da patlatılarak Clive daha da güçlendirilebilir ve zamanla sağlığı iyileştirilebilir.
Diğer karakterleri kontrol etmeye veda ediyoruz
Final Fantasy XVI içerisindeki Clive’ın bu güçlenmiş hali ekranı alevlerle dolduruyor, her kılıç darbesi Rosaria’nın ateşini düşmanlarının üzerine taşıyor. Oyun ayrıca yeni Eikon becerilerinin kilidini açmaya, onları güçlendirmeye ve düşmanları alt etmek ve görevleri tamamlamak için kazanılan yetenek puanlarını kullanarak ustalaşmaya olanak tanıyan Eikon’a özgü devasa bir beceri ağacına sahiptir. Bu beceri ağacı, her Eikon’un kilidini açabileceği kendine özgü becerilerin yanı sıra Clive’ın yıkıcı bir alev saldırısı yapmak için kılıcına ateş gönderme yeteneği gibi temel savaş becerilerine sahip olmasıyla çok büyük.
Final Fantasy XVI ile seriden en büyük ayrılıklardan biri, karakterlerin tamamını değil, yalnızca Clive’ın kendisini kontrol etmenizdir. Partimi kontrol etmem gerektiğini hiç hissetmemiş olsam da, Final Fantasy VII Remake oyununda olduğu gibi diğer karakterlere geçme yeteneğini zaman zaman özlediğimi söyleyebilirim. Bununla birlikte, Clive hala tazı Torgal’ı savaşta yer ve hava saldırılarının bir kombinasyonu ile komuta edebilir ve bir tutam yardımcı olmak için bir iyileştirme yapabilir. Torgal’ın bu saldırıları Clive’ın saldırılarıyla karıştırılarak oldukça yıkıcı kombolar oluşturulabilir. Dilerseniz buna hemen ufak bir örnek vereyim.
Final Fantasy XVI oyununda Torgal’ın bir düşmanı havaya fırlatması, Phoenix Shift ile düşmana yönelmesi, bir saldırı kombo yapması ve ardından alevle güçlendirilmiş bir aşağı itme hareketiyle onu yere göndermesi, bahsettiğim özelliğin en iyi örneklerinden biri olacaktır. Komboların kendileri yüzeyde standart düğme ezme gibi görünebilir, ancak her şey Clive ve Eikonlarının becerilerini akıcı bir hareketle dokumaktan ibarettir. Bir rakibi sersemlemiş bir şekilde uçurup, daha yere düşmeden Garuda’nın ölümcül kucaklaması ile geri çeken ve ardından iyi zamanlanmış bir yükselen alevler ile tekrar paketleyen bir beceri kullanmak benim için her zaman tatmin ediciydi.
Final Fantasy XVI ile düşmanları hızlı bir şekilde alt edebilecek komboları bir araya getirmek için bu becerileri savaşta karıştırıp eşleştirmekten büyük keyif aldım. Savaşın akışını gerçekten hissetmek ve yeni beceriler ve kombinasyonlar denemek için Hideaway’de mükemmel ve oldukça sağlam bir eğitim modu olması da yardımcı oluyor. Ağaçtaki çok sayıda beceri, bazı ağır özelleştirmelere izin verecek ve deneme yanılma, sizin için doğru yapıyı geliştirmenize yardımcı olabilir. Neyse ki yetenek puanları istenildiği zaman ücretsiz olarak sıfırlanabiliyor ve bu da bu özelleştirmenin yapılmasına olanak tanıyor ki bu harika bir dokunuş. Bunlarla uğraşmayanlar için yetenek önerisi sistemi de var.
Final Fantasy XVI, bolca yetenek ile karşımıza çıkıyor
Final Fantasy XVI oyunundaki beceri ağacının sevdiğim bir diğer kısmı da ustalığın çalışma şekli. Bir beceriyi yükselttiğinizde, ustalaştığınızda Clive bunu biliyor. Bu nedenle, daha önce Clive bir beceriyi yalnızca o belirli Eikon’a sahipse donatabiliyordu. Bununla birlikte ustalık, özellikle Eikon’dan bağımsız olarak becerileri donatabildiğim için daha da fazla derinlik sağlıyor. Bu sayede, Ramuh’un mükemmel Pile Drive saldırısı gibi istediğim becerileri seçebiliyor ve Garuda’nın Deadly Embrace gibi daha etkili odaklı bir beceriye sahip bir Eikon ile eşleştirebiliyordum. Tüm bunlar, seri için yeni olan, ancak yine de seride kök salmış hissi veren bir savaş sistemi anlamına geliyor.
Final Fantasy XVI içerisinde bir aksiyon savaş sistemi olsa da, Eikon yeteneklerinin karıştırılması ve eşleştirilmesi ile taktiksel yaklaşım hala var. Ayrıca, iki farklı grafik modu olduğunu söyleyebilirim; bir modda grafikler tercih edilirken, 30 FPS değerine kilitleniyor, diğerinde ise çözünürlük düşürülerek kare hızının kilidi açılıyor, oyun 60 FPS oluyor. Yine de zamanımın büyük çoğunluğunu 30 FPS modunda oynayarak geçirdim; daha stabildi, özellikle de kare hızı düşüşünün beceri zamanlamasını etkileyebileceği bu inanılmaz hızlı ve karmaşık dövüşlerde… Bununla birlikte, Eikonlar sadece kanalize edilmek için değil, hazırlanmak için de kullanılabiliyor.
Final Fantasy XVI oyunundaki bu büyük Eikon çatışmaları inanılmaz derecede sinematiktir ve bunun nedeni sadece bazılarının aralara serpiştirilmiş ara sahnelerle oynanması değildir. Bir dövüşün açılış anlarından sonuna kadar, bu çatışmalar görülmeye değer. Ayrıca hepsi, çoğunlukla hikaye nedenleriyle biraz farklı oynanıyor; en baştaki savaş daha çok çift çubuklu bir nişancı oyunu gibi oynanırken, oyunun ilerleyen bölümlerinde bir diğeri normal aksiyon dövüşünün çok daha büyük bir versiyonu gibi hissettiriyor. Bu savaşlar, inanılmaz derecede destansı hissettirmek için çok sayıda ara sahne ve hızlı zaman olayları ile donatılıyor.
Final Fantasy XVI sayesinde Bayonetta serisinden bir sahneyi oynuyormuşum gibi hissettiren, saldırılardan kaçtığımı, kendi saldırılarımla karşılık verdiğimi ve daha fazlasını gördüğüm raylar üzerinde koştuğum bu deneyimden keyif aldım. Bununla birlikte, her Eikon savaşının genel olarak hissettirdiği şey benzersizdi. Her birinin bir parçası olan unsurlar olsa da, her birinin gösterisi benzersiz ve tek kelimeyle harikaydı. Bunlar oyunun en canlandırıcı anlarından bazılarıydı ve bu anları tekrar tekrar oynamak için sık sık saklanma yerindeki Arete taşına geri dönmek istedim. Konu, sinematik savaş olduğu zaman efsanevi bir iş çıkartılmış gerçekten.
Epik ve benzersiz savaşlar sizi bekliyor
Final Fantasy XVI oyununun ana hikayesindeki epik bölüm sonu canavarı savaşları, her bir karşılaşmanın kendi içinde farklı ve zorlu olduğu için özellikle öne çıkıyor. Bu savaşlarda Final Fantasy XIV yapıtındaki Raid veya Duty gibi içeriklerden ilham alındığı hemen hissediliyordu. Son bölüm sonu canavarı karşılaşması da yeterince epikti ve jenerik bittikten ve ana menüye geri döndükten uzun süre sonra ekranıma aval aval bakmama neden oldu. Savaş tek kelimeyle muhteşemdi ama kendisinden uzun uzun bahsedebilmem pek mümkün değil; oyunun hikayesi hakkında “spoiler” vermek istemiyorum sizlere.
Final Fantasy XVI içerisinde sinematik odağın zaman zaman bir savaşın aleyhine çalıştığını söyleyeceğim; bir sinematikte hızlı zaman olaylarına aşırı güvenmek, bu çarpıcı Eikonic kahramanlıkları sadece bir düğme komutuna tepki vermek yerine ekranda gerçekten yapan kişi olmayı dilememe neden oldu. Ancak bu his tüm deneyimi bozmadı ve bir QTE bölümünü batırdığım birkaç kez, tam kontrolde olmasam da, verilen hasardan – ya kendime ya da düşmana – hala sorumlu olduğumu hatırlattı. Oyunda bolca ara sahne var ve ilk başta sayısının çok olduğunu düşünsem de onlardan hiç sıkılmadım.
Farkına vardığım şey, Final Fantasy XVI oyununun temposunun çok dengeli olmasıydı. Doğrusal ilerleyiş hiçbir zaman kısıtlayıcı hissettirmedi, özellikle de aksiyonun hızı hikayenin gerektiği yönde akmasını sağladığından; ana hikaye vuruşları arasındaki daha açık bölümleri takdir ettim. Valisthea dünyası, her bölgede hikaye ilerledikçe açılan geniş arazilerle birbirine bağlanıyor. İnanılmaz derecede cömert bir hızlı seyahat sistemi, farklı bölgelerde kolayca dolaşmanıza olanak tanıyor, ancak yürümek (veya bir Chocobo’ya binmek) isterseniz bunu da yapabilirsiniz. Bu anlarda da oyundaki birçok yan göreve katılabilirsiniz.
Yan görevlerden bazıları yeni eşyaların ve yükseltilmiş teçhizatın kilidini açan hikaye bölümlerini ilerletmeye yardımcı olurken, diğerleri Final Fantasy XVI oyununun dünyasını daha fazla ortaya çıkaran yan hikayelerdir. Game of Thrones serisinin oyun üzerinde büyük bir etkisi olduğu göz önüne alındığında, karanlık ve kasvetli dünya tam olarak uyuyor. Ancak oyunun bana sunduğu çok sayıda karakter, yer ve tema da öyle. Active Time Lore sisteminin elimde olması beni çok mutlu etti. Bu sistem aksiyonu duraklatıyor ve o anda hikayedeki çeşitli kişileri, yerleri ve kavramları sunarak o anda daha fazla bilgi ve arka plan sunuyor.
Final Fantasy XVI bir başyapıt
Active Time Lore ile ara sahneler bile duraklatılabiliyor ve herhangi bir zamanda aktif olarak geçmişlerine bakılabiliyor. Bu, oyuna çok daha fazla derinlik katan çok güzel bir özellik, ilerleyen her RPG tipi deneyimde standart olması gerekiyor. Final Fantasy XVI oyununun hikayesi keder, kayıp, ıstırap, intikam ve hatta umuttan oluşuyor. Her biri kendi motivasyonlarına, arzularına ve iradelerine sahip karakterler birbirleriyle ve çevrelerindeki dünyayla mücadele ederken, bu temalar anlatı boyunca alttan alta akıyor. Tüm bunlar, Valisthea’da neredeyse 50 saat geçirdikten sonra hala çözmeye çalıştığım çarpıcı sorulara değinen inanılmaz derecede ciddi bir anlatı oluşturuyor.
Ekranda empati duymadığım tek bir karakter yok, hikayenin kötü adamları olarak tasarlandıkları açıkça belli olanlar bile. Burada kritik hikaye elementlerinden kaçınmaya çalışsam da, 50. saat civarında Final Fantasy XVI oyunundaki çeşitli avların çoğunu ve neredeyse her yan görevi bitirdiğimi söyleyebilirim. Ancak yapacak ve hatta bir New Game+ modu (ve daha da zorlu bir Final Fantasy Modu) ile tekrar oynanabilecek bir hikaye sunuluyor. Kusursuz hikaye anlatımından, her geçen bölüm sonu canavarı dövüşünde çıtayı sürekli yükselten yüksek oktanlı aksiyon dövüşüne kadar her şey işe yarıyor, bu oyun şimdiye kadar oynadığım en iyi rol yapma oyunlarından biri.
Final Fantasy XVI; bir kayıp, hüzün, intikam ve umut hikayesi. İnsani ve gerçekçi hissettiren, ancak markayı bu kadar harika yapan şeyin özünü hala koruyan bir hikaye. Gerçekçiliğe dayanan ve son derece insani bir hikaye anlatırken, seriyi bu kadar harika yapan gösteri ve büyüyü de koruyan bir hikaye. Yeni aksiyon savaşı kesinlikle öne çıkan bir özellik ve gelecekteki Final Fantasy oyunlarının bu planı nasıl alıp daha da geliştirdiğini görmek için sabırsızlanıyorum. Bununla birlikte, Eikon savaşları bu oyunu, diğerlerinden ayırıyor. Uzun zamandır önceki oyunlarda gördüğümüz büyük summonların rolünü üstlenmek istiyordum; bu oyun, o fırsatı verdi.
Tüm bunlar, Final Fantasy XVI oyununun, serinin en detaylı ve en güzel yapılmış oyunlarından biri olduğu anlamına geliyor. Bu video oyunu kesinlikle bir başyapıt. Mükemmel yazımı, müziği, dünya inşası ve inanılmaz oyuncu kadrosuyla, seride bugüne kadarki en sevdiğim Final Fantasy olma unvanını kolayca ele geçirdi. Eğer sizler de genel olarak rol yapma oyunlarından hoşlanıyorsanız, Final Fantasy serisini seviyorsanız veya genel olarak gördüğünüz şeyler ilginizi çektiyse, herhangi bir indirim filan beklemeden bu yapıta bir şans verebilirsiniz. Kendisi kesinlikle verdiğiniz tüm parayı ve zamanı hak ediyor; size muhteşem bir eğlence yaşatıyor.
Ellinize sağlık çok güzel bir inceleme olmuş. Çok sevdiğim bir seridir 🙂 okuması da çok keyifli oldu.