Bugüne kadar severek oynadığım çok fazla oyun oldu. Bazı oyunlarda sevmekten öteye geçtim ve onlara hayran kaldım. Yalnız, bunlara karşılık hayatımı bir şekilde derinden etkileyen oyun sayısı oldukça azdı. Şimdilik çok derinlere inmek istemiyorum ama Life is Strange, benim için çok özel bir seriydi. Özellikle ilk oyun ve daha sonra onun öncesini anlatan Life is Strange: Before the Storm, sözlerle anlatılamayacak kadar beni etkilemişti. Daha sonra Life is Strange 2, farklı karakterler ve hikayeler ile duyurulunca, asla ilk oyunun üzerine çıkılamayacağını düşünmüştüm ve öyle de olmuştu. Life is Strange: True Colors için de aynı düşüncelere sahiptim.
Max ve Chloe, iki oyun ile öyle güzel bir hikaye sundu ki serinin bir şeyleri ciddi anlamda yükseltmeden o karakterlerin üzerine çıkabilmesi mümkün değildi. Dediğim gibi Life is Strange: True Colors oyununa başlamadan önce de aynı düşünceye sahiptim. Alex’in hikayesinin Max ve Chloe ile boy ölçüşebilmesi bence çok zordu ama resmen ters köşeden gol yedim. Çok net bir şekilde söyleyebilirim ki bu oyun, açık ara fark ile Life is Strange serisinin en iyi video oyunu. Bu başarının en büyük sebepleri ise tabii ki anlatılan hikaye, karakterler ve birkaç seviye yukarıya çıkmış olan temel kalite.
Life is Strange ve Life is Strange: Before the Storm, her ne kadar benim için çok özel oyunlar olsa bile hafiften “Cringe” diyebileceğimiz anlar çok fazla yaşanıyordu. Aslında bunu oyun içerisinde normalleştirebilmek de mümkün; sonuçta kontrol ettiğimiz karakterler oldukça gençti. Life is Strange 2 ise kendisini politik bir temanın üzerine yerleştirmişti. Tabii ki oyunlarda politik konular işlenebilir ve işlenmeli de ama Life is Strange, bunun yapılabileceği bir marka değildi bence. Life is Strange: True Colors ise aslında markanın kendi özüne geri dönüyor ve ilk oyunun hikayesi tadında, ondan çok daha iyi bir deneyim sunuyor.
Life is Strange: True Colors oyununda karşımıza çıkan ana karakterimizin adı Alex. 21 yaşında olan Alex, anksiyete gibi bazı problemlere sahip. Aynı zamanda, duygularını kontrol etmekte de zorlanabiliyor. Tüm bunların kaynağında ise kendisinin küçükken yaşadığı aile problemleri ve süper gücü bulunuyor. Alex, çevresindeki insanların neler hissettiğini anlayabiliyor ve eğer o hisler çok güçlüyse, düşüncelerini bile okuyabiliyor. Bu süper gücü yüzünden hep dışlanmış olan Alex, sonunda abisi ile tekrar buluşuyor, küçük bir kasabada onunla yaşamaya başlıyor ama ne yazık ki hiçbir şey yolunda gitmiyor.
Life is Strange: True Colors sayesinde Alex ve Gabe ile tanışıyoruz
Life is Strange: True Colors oyununun hikayesinin tamamını kesinlikle sizin deneyimlemeniz gerekiyor. Bu yüzden de inceleme yazımda hiçbir detay vermeyeceğim ama “Spoiler” sınırları içerisine girmeden de kendisini biraz övmek istiyorum. 21 yaşına kadar sürekli olarak çok zor dönemler geçirmiş olan Alex, sonunda kardeşi Gabe ile tekrardan bir araya geliyor. Gabe, küçük bir madencilik kasabasında kendisine yeni bir hayat kurmuş ve hatta aile olmaya hazırlanıyor. Yalnız kendisi daha ilk bölümden ölüyor ve oyun da tüm hikayeyi bu olay üzerine kuruyor. Bu tam olarak bir “Spoiler” değil; ölümün geleceğini tanıtım videolarından biliyorduk.
Alex, daha birkaç gün bile birlikte yaşayamadığı kardeşinin ölümünün bir kaza olmadığını biliyor ve bunun için dev bir madencilik şirketinin peşine düşüyor. Malum, ufak bir kasabada olduğumuz için Gabe’in ölümü herkesi etkiliyor. Bununla birlikte oyunun hikayesi biraz dallanıp, budaklanıyor. Yine de hikayenin en başlarda aldığı bu yön beni biraz rahatsız etmişti. Oyun sanki, “büyük şirketler = kötülük” yoluna sapıyor gibi hissettim ve böyle basit bir hikaye, Life is Strange gibi bir markaya yakışmazdı. Hikaye aslında bu yapıda yer almaya devam ediyor ama her bölüm geçtiğinde, olaylar çok daha derinleşiyor ve ilginç bir hal alıyor. Bu yüzden, hikaye o kadar da basit kalmıyor.
Life is Strange: True Colors, hikayesini oldukça güzel bir şekilde anlatıyor. Serinin önceki oyunlarında olduğu gibi bu oyun da 5 farklı bölümden oluşuyor ama bu sefer tüm bölümleri tek seferde oynayabiliyorsunuz; yeni bölümlerin çıkmasını beklemenize gerek yok. Oyundaki her bölüm, tamamen farklı bir temaya sahip. Hatta bu temalar o kadar farklı olabiliyor ki oyunun temeli değişiyor. Yine bunları detaylandırmak istemiyorum “Spoiler” olabileceği ama her bölüm, benzersiz deneyimler elde ediyorsunuz. Bu da açıkçası oyunun hiç tekrar etmemesini, sürekli ilgi çekici kalmasını sağlıyor ve sürekli oynamak istiyorsunuz.
Life is Strange: True Colors oyunundaki bölümler aslında çok da uzun değil. Ben bu oyunu 3-4 günde bitirdim ama 1 gün içerisinde bile kendisini tamamlayabilirsiniz. Buna rağmen oyun, serinin önceki yapıtları gibi ufak bir deneyim gibi hissettirmiyor. Her bölümde ciddi anlamda değişen tema ve hatta oynanış temelleri, belki oyun deneyimini bir tık bütünleştirmeden uzaklaştırabilir ama oyun, ciddi anlamda büyük ve tam bir deneyim gibi hissettiriyor ki Life is Strange gibi bir seride bu hissi alabilmek gerçekten çok farklı sonuçlar ortaya çıkartıyor. Tabii bunların tamamı olumlu sonuçlar.
Oldukça tanıdık konulara parmak basılıyor
Life is Strange: True Colors oyununun hikayesi ve karakterleri hakkında söyleyebileceğim en ufak olumsuz bir şey yok. Anlatılan hikaye çok güzel, çok kaliteli ve çok anlamlı. Karakterlerin tamamı renkli, benzersiz ve akılda kalıcı. Her karakterin öğrenmek istediğiniz bir hikayesi var ve oyun içerisinde isimsiz karakterler bile ilgi çekici olabiliyor. Oyunun odak noktasında olan duygular da aslında her şeyi olumlu etkiliyor. Yani, diğer insanların duygularını keşfedebilmek ve kendi duygularımız ile savaşmak, oyunu en azından benim için ilgi çekici bir hale sokuyor. Aslında bu noktada değinmek istediğim bir şey daha var.
Son birkaç sene içerisinde video oyunları birçok farklı yönden oldukça çeşitlenmeye ve bazı şeyleri içerisinde bulundurmaya başladı. Diversity & Inclusion olaylarından bahsetmeye çalışıyorum yani. Bu kesinlikle olumlu bir şey ama Türkiye’de yaşayan beyaz bir erkek olarak bu durumun bana çok dokunacağını düşünmüyordum. Yani, daha önce tabii ki kendimden parçalar bulduğum oyunlar oldu ama ilk defa bir oyunda, kendi yaşadığım sosyal anksiyete ve bazı diğer problemlerin, benim yaşadığım, gördüğüm ve hissettiğim gibi görselleştirilmesi çok ama çok farklı hissettirdi. Belki de bu yüzden oyuna çok daha kolay bağlandım.
Hikayeyi değerlendirmeye geri dönecek olursak, her bölümde işlenen konular kesinlikle kusursuz. Hikayenin kendisi dediğim gibi 1-2 kere bende soru işaretleri uyandırdı ama bunlar çok çabuk yok oldu; ilk andan, son ana kadar çok daha derin ve zengin bir hikaye anlatıldı. Bu hikayenin anlatım şekli de muhteşemdi. Karşımıza çıkan karakterleri zaten övmüştüm ama o karakterlerin yazımları, diyaloglar ve alakalı diğer her şey de muhteşemdi. Oyun içerisinde her karaktere yeterince önem verildi, onların hikayelerine yeterince tanık olduk gibi hissettim. Sadece, Steph ve Ryan isimli iki yardımcı karakter sanki bir tık arka planda kaldı.
Alex, oyun içerisinde eğer isterse Steph veya Ryan ile ilişki yaşayabiliyor. Böyle bir şey olmasa bile kendileri, Alex’den sonra en önemli karakterler olarak sunuluyor. Durum böyle olunca kendilerini ben ekranda daha çok görmek istiyordum. Özellikle de final bölümde daha da dahil olabileceklerini düşünmüştüm ama öyle olmadı. İlişki tarafında da Steph ile ilerlemeyi tercih ettim ama bu konuda da kendisinin ekran süresi bana çok az geldi. Aynı zamanda ikilinin yaşadığı ilişkinin üzerine pek gidilmedi, hatta finalde, sadece tek bir yolun geleceğinde ne olduğuna tanıklık edebildik. Yine de bunların hiçbiri, hikayenin kalitesini bozabilecek seviye değil.
Life is Strange: True Colors, serisinin klasik oynanışını içeriyor
Life is Strange: True Colors, daha önce de söylediğim gibi ufak bir kasabada geçiyor. Oyun alanı da bu kasabanın ana caddesinden ve o cadde üzerinde girebileceğiniz birkaç mekandan oluşuyor. Neredeyse her bölümde bu kasabayı serbest bir şekilde keşfedebiliyorsunuz ve yan hikayelere tanıklık edebiliyorsunuz. Bu durum yine Life is Strange serisi için güzel bir farklılık oluşturuyor. Malum, ilk oyunda sürekli farklı mekanlarda sayılırdık. İkinci oyunda ise bir yolculuk teması vardı. Bu oyunda ait olduğumuz bir yer alıyoruz ve yaşadığımız küçük kasaba da sunduğu özgürlük hissi ile bunu hem hikaye, hem de oynanış tarafında vermeyi başarıyor.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam oyunda ziyaret ettiğimiz bu ufak kasabanın adı Haven. Burada net bir “Small Town” havası var ve açıkçası o havaya aşık olmamak mümkün değil. Kasabanın arka planında yer alan dağ ve göl manzaraları gerçekten kusursuz. Aynı zamanda keşfedebildiğiniz oyun alanları da birbirinden güzel bir şekilde tasarlanmış durumda. Serinin eski oyunlarında olduğu gibi bu alanları keşfedip, ana ve yan hedefleri tamamlayıp, oyunda ilerleme sağlıyoruz. Oyunda tabii ki tek seferliğine keşfettiğimiz kasaba harici alanlar da oluyor. O alanlarda da her şeyin kusursuz olduğunu söyleyebilirim.
Oynanış tarafında karşınıza çıkabilecek en ilginç şey, duyguları görebilme olacaktır. Oyunda herkesin duygularını, sürekli olarak okuyamıyoruz. Bu duyguların biraz orta güçte hissedilmesi gerekiyor ve o da belli zamanlarda, belli karakterlerde görünebiliyor. Böyle olduğu zaman onlara odaklanıp, neler düşündüklerini anlayabiliyoruz. Duygular maksimum seviyeye çıktığında ise dünyayı, o karakterlerin gördüğü gibi görmeye başlıyoruz. Onların nefretini kendi içimizde hissediyoruz. Çevredeki anlamlı eşyalar ile etkileşime geçip, duygusal olarak taşıdıkları önemi görebiliyoruz. Bu şekilde diğer insanlara yardımcı oluyoruz.
Life is Strange: True Colors oyununun temel oynanışı, önceki oyunlardan çok da farklı değil yani. Yine bolca diyalog seçimi yapıyoruz ve bunların oyunda ve hikayede bıraktığı etkiyi izliyoruz. Tabii sadece diyalog seçimi ile değil, gerçekleştirdiğiniz aksiyonlar da bunları etkileyebiliyor. Bunun üzerine, süper gücünüzü kullanmanız da iki farklı kritik noktada hem Alex’i, hem hikayeyi etkiliyor. Yani, bu noktada klasik bir Life is Strange deneyimi sunuluyor ki bu noktada olumsuz bir nokta bulabilmek de mümkün değil. Ayrıca, önceki oyunlardaki zamanı geri sarma ve etraftaki şeyleri hareket ettirebilmeye karşı duyguları görebilmek, daha özel hissettiriyor.
Oynanış kısmında en ufak detaylara bile dikkat ediliyor
Life is Strange: True Colors oyununda Zen Moment denilen bazı anlar bulunuyor. İçerisinde bulunduğunuz alanları keşfederken, bazen oturup, Alex’in düşünmesini sağlayabiliyorsunuz. Bu anlara Zen Moment deniyor ve birbirinden güzel müzikler eşliğinde Alex’in olaylar hakkındaki düşüncelerini dinliyoruz. Bu aslında önceki oyunlarda da var olan bir sistemdi ama yanlış hatırlamıyorsam ilk olarak bu oyunda bir isme kavuştu ve ayrıca önceki oyunlardaki anlardan da daha zengin hissettiriyor. Bu arada, oyun boyunca yaptığımız seçimlerin neredeyse tamamı da hem eğlenceli, hem de anlamlı. Yani, pek boş seçim bulunmuyor oyunda.
Life is Strange: True Colors oyununda etrafı yeteri kadar keşfettikten ve her şey ile etkileşime geçtikten sonra; sosyal medya, günlük ve mesajlarımızı da kontrol edebiliyoruz. Bu küçük kasabanın kendisine ait ufak bir sosyal medya sitesi bulunuyor; Twitter veya Facebook tarzında. Burada, kasabada yaşayan insanlar günlük gelişmelerini paylaşıyor. Mesajlarımız da adı üstünde, bize gönderilen mesajlar oluyor. Kendilerine cevap veremiyoruz, halihazırda gerçekleşmiş olan diyalogları okuyabiliyoruz. Günlüğümüzde ise karşımıza çıkan çok güçlü duygulardan, bu duyguların ait olduğu insanlardan ve olaylardan bahsediyoruz.
Bunların hepsini tek tek söyledim; Life is Strange: True Colors, ilk defa bu tip içerikleri en baştan, en sona kadar tek tek okuduğum video oyunu olmayı başardı. Belki bunlara “Lore” diyebilirsiniz, bence değiller ama yine de oyunun geçmişini, hikayesini ve evrenini çok güzel bir şekilde detaylandırıyorlar. Ayrıca, ana diyalogların yazımının kalitesi gibi bu yan içeriklerde de aynı kalite korunuyor. Oynanış tarafında da çevreye bırakılmış bazı eşyalardan ilgili anıları çıkartabiliyoruz. Bunlar da aslında toplanabilir öge olarak işliyor oyun içerisinde. Yani, ilk oyundaki fotoğraf çekme sistemi gibi, bu oyunda da eşyaların anılarını keşfediyoruz.
Oyun içerisinde ayrıca bazı mini oyunlar bulunuyor. Bunlar bazen gerçekten bir mini oyun olarak, arcade ile sunuluyor. Bazen de hikaye ve oynanış ile alakalı olarak deneyimleyebildiğiniz şeyler olarak karşınıza çıkıyor. Hatta bazen, koskoca bir bölüm bile mini oyuna dönüşebiliyor. Bunun haricinde, mümkün olduğu zamanlarda, neredeyse her bölümde 1 kere kıyafetimizi değiştirme şansımız bulunuyor. Bu aslında oyuna herhangi bir etki bırakmıyor ve kıyafetler de karakter modelini pek etkilemiyor, sadece renk değişiyor ama yine de bu şekilde bir özgürlük sunulmuş olması benim hoşuma gitti.
Life is Strange: True Colors, bu sefer çok daha büyük hissettiriyor
Life is Strange: True Colors oyununun asıl övülmesi gereken tarafı ise kendisini gerçek bir video oyunu gibi sunabilmesi. Bunu daha önce de söylemiştim, Life is Strange serisinin önceki oyunları, daha ufak oyunlar gibi hissettiriyordu ama bu oyun, bildiğiniz AAA seviyesindeki büyük bir deneyim hissi veriyor. Bu his, öncelikle oyunun ciddi anlamda yükselmiş temel kalitesi ile hissettiriyor. Bu noktada da öncelikle animasyonlardan bahsetmek gerekiyor sanırım. Bu serinin önceki oyunlarında animasyona pek önem verilmiyordu ama bu oyunda, karakterlerin hissettikleri duygulara göre göz hareketlerinden tutun da ayaklarındaki milimetrik hareketlere kadar her şey var.
Duyguların öne çıktığı Life is Strange: True Colors gibi bir oyunda animasyonların ciddi anlamda yüksek kaliteli olarak sunulması çok önemli bir şey. Mesela, Alex oyun içerisinde çekingen hissettiği zaman, bu duyguyu direkt olarak gözlerine bakarak anlıyorsunuz. Yayımlanan tanıtım videolarında filan da oyunun çok daha kaliteli olduğu görünüyordu ama ben bu kadar detay beklemiyordum. Animasyonlarla alakalı olarak, dudak senkronizasyonu da gayet kusursuz bir şekilde çalışıyor oyunda. Ayrıca, fizik motoru da yeterince gerçekçi bir iş çıkartıyor. En azından kıyafet ve saç hareketleri iyi hissettiriyor. Hatta, ip fizikleri bile bayağı gerçekçi duruyor.
Animasyonlardan sonra bir de müziklerden ve seslendirmelerden bahsetmek istiyorum. Bu noktada öncelikle şunu aradan çıkartayım: Oyundaki müzikler muhteşem. Life is Strange gibi bir markadan farklı bir sonuç çıkmazdı zaten. Oyundaki her müziği sonuna kadar dinlerseniz, hatta daha sonra gibi Spotify üzerinden deneyiminize devam edersiniz. Seslendirmelerde ise durum biraz değişiyor. Öncelikle, oyun içerisinde zaman zaman Alex de şarkı söylüyor ama Alex’in normal seslendirme sanatçısı ile şarkı söylerken kullanılan ses sanatçısı farklı. Geliştirici ekip, farkın hissedilmemesi için uğraşmış ama o farkı yine de anlayamamak mümkün değil.
Alex, bir saniye kendisi gibi konuşurken, öbür saniyede tamamen farklı bir sesin şarkı söylüyor olması beni rahatsız etti biraz. Beni rahatsız eden bir diğer nokta ise karakterlerin seslendirmeleri arasında ciddi bir kalite farkının olması. Öncelikle şunu söyleyeyim: Oyundaki bütün ama bütün karakterlerin seslendirme performansı muhteşem. Özellikle de Alex, benim bugüne kadar gördüğüm en iyi performanslardan birini sergiliyor ama özellikle Steph, sanki ses kaydını telefona yapmış da WhatsApp üzerinden geliştirici ekibe atmış gibi bir kalitede. Buna anlam veremedim; Steph oldukça önemli bir karakter ve aceleyle, sonradan eklenmiş olması mümkün değil.
Küçük kasaba atmosferi en iyi şekilde veriliyor
Animasyon ve seslendirmeler gibi Life is Strange: True Colors oyununun görselliği de oldukça kaliteli. Life is Strange ve Life is Strange 2, temel görsel kalite ve sanat tasarımı açısından birbirine benziyordu ama bu oyun, çok daha farklı bir yol izliyor. Oyunda sanıyorum ki artık gerçeklik daha çok hedefleniyor ve bu da oyun içerisinde olumlu bir sonuç yaratıyor. Yani, keşfedebildiğiniz mekanlar, o mekanların atmosferleri, doku kaplamaları, manzaralar, karakter modelleri, kıyafetler ve aklınıza gelebilecek diğer tüm görsel ögeler muhteşem duruyor. Yalnız, bu noktada da benim dikkatimi çeken bir olay oldu.
Seslendirmelerdeki kalite farklı gibi karakter modellerinde de sanki fark edilir bir fark bulunuyor. Mesela, oyunda Charlotte ve diğer birkaç karakterin modeli, bence görsel kalite anlamında Alex’in bile önüne geçiyor. Özellikle de yakın çekimler olduğu zaman Charlotte, Diane, belki Steph ve diğer birkaç karakter daha bana diğer herkesten daha yüksek kaliteli ve detaylı göründü. Bu arada, oyunda gölgeler için gerçek zamanlı ışın izleme teknolojisi kullanılıyor ve bu, gölgelerin kalitesini gerçekten maksimuma çıkartıyor. Yalnız, neden böyle bir şey yapıldığını anlamadım. Sonuçta, oyundaki gölgeler hiçbir anlam taşımıyor.
Life is Strange: True Colors oyununun en kötü noktası, kesinlikle performansı. Oyun, ne yazık ki PlayStation 5 konsolunda 30 FPS olarak çalışıyor ve kendisini 60 FPS değerine taşımanın bir yolu yok. Yani, gerçek zamanlı ışın izleme teknolojisini gölgeler için kapatamıyorsunuz. Ayrıca, performans tarafında çoğu zaman takılmalar yaşanıyor. Yani, FPS değerinin aniden düşmesi filan değil de direkt olarak oyun saniyelik takılmalar yaşıyor. Bunu özellikle de birinci şahıs bakış açısı kullanırken filan yaşıyorsunuz. Performans ile alakalı olarak, oyunda bazı çok absürt noktalarda siyah bir yükleme ekranı da izliyorsunuz. Bu da deneyimi biraz baltalıyor.
Bana soracak olursanız, Life is Strange: True Colors oyununun sunumu, problemlerine rağmen çok ama çok güzel. Yani, animasyonlardan tutun da görselliğe kadar her şey beni çok etkiledi. Seslendirmelerdeki kalite farkı ve performans, zaman zaman rahatsız edici olabiliyor ama oyunun kendisi o kadar muhteşem bir yapıda ki bunları kolaylıkla göz ardı edebiliyorsunuz. Ben de zaten bu incelememde kendilerini göz ardı edeceğim. Normalde, performansa çok önem vermeme rağmen, bu oyunun 30 FPS olduğunu, problemler yaşadığını inceleme yazımı yazana kadar en fazla 1 veya 2 kere düşünmüşümdür.
Life is Strange: True Colors gibi bir oyunu kaçırmamalısınız
Life is Strange: True Colors oyununu merakla bekliyordum ve kaliteli olacağını mutlaka biliyordum ama kesinlikle bu kadar yüksek seviyede bir deneyim görmeyi hayal bile etmemiştim. Benim düşünceme göre bu oyun, orijinal yapıt ile Life is Strange 2 arasında bir yer alacaktı. Hikayenin kendisi, anlatılma şekli ve genel kaliteyi tamamen deneyimledikten sonra ise rahatlıkla söyleyebilirim ki bu oyun, en iyi Life is Strange oyunu. Hikaye ve alakalı olan diğer her şey, bence orijinal oyun ile ya eş değer, ya da bir tık daha ileride. Kalite ise önceki oyunların seviyelerce üstünde. Ayrıca oyunun bende bıraktığı kişisel etkiler filan da var tabii ki.
Evet, Life is Strange: True Colors ne yazık ki kusursuz bir video oyunu değil. Hikaye ve karakterler, bu oyun için en önemli olan noktalar ve oralarda da herhangi bir problem yok ama özellikle de performans ve seslendirme tarafındaki problemler, bazı oyuncular için can sıkıcı olabilir. Oynanış sırasında bunlar birkaç kere dikkatimi çekmiş olsa bile sunulan deneyimden hiçbir şekilde, hiçbir şey çalmadılar. Yani, benim gözümde oyunun kusursuzluğu bozulmadı. Ayrıca, COVID-19 gibi durumları göz önünde bulundurunca, zaten halihazırda zor olan bir oyun geliştirme sürecinin daha ne kadar zorlaştığını hayal bile edemiyorum. Bu yüzden, bu tip sorunlar yaşanabilir.
Eğer bu sorunları göz ardı edebilirseniz ki bence rahatlıkla edeceksiniz, sizi çok iyi, anlamlı ve kaliteli bir oyun bekliyor demektir. Ayrıca bu oyunun tamamını, hemen deneyimleyebilecek olmanız da ayrı bir artı. Eskisi gibi bir bölüm oynayıp, ikinci bölümün çıkması için 1-2 ay beklememiz gerekmeyecek. Tüm oyunu dilerseniz bugün bile bitirebilirsiniz ama ben yine de oyundan maksimum keyif alabilmeniz için günde 1 bölüm bitirmenizi öneriyorum. Ayrıca oyundaki her şeyle de etkileşime geçip, her mesajı okumalısınız. Bu sayede Life is Strange: True Colors oyununun ne kadar kaliteli bir diyalog yazımına sahip olduğunu da daha rahat görebilirsiniz.
Life is Strange: True Colors oyununun standart sürümü PlayStation 4 ve PlayStation 5 için 430 TL. Eğer lüks sürümünü satın alırsanız veya standart sürümü, lüks sürüme çevirirseniz, 30 Eylül 2021 tarihinde çıkacak olan Steph ile alakalı bir ek pakete de sahip olabiliyorsunuz. Nihai sürüm içerisinde ise daha sonra piyasaya sürülecek olan Life is Strange ve Life is Strange: Before the Storm oyunlarının iyileştirilmiş versiyonları var. Ben, tabii ki bu oyunu inceleme kopyası ile ücretsiz denedim ama daha sonra lüks versiyona yükselttim. Eğer imkan sunulsaydı, nihai sürüme yükseltirdim. Bu yüzden, herkese de bu oyunu direkt olarak öneriyorum.