Bir hafta sonu inzivaya çekilip, ruhumuzun bize neler söylemeye çalıştığını dinlemek aslında çok da kötü bir şey sayılmaz. The Chant ise Jess isimli ana karakterimizi, tam olarak bunu yapmaya çalışırken bize gösteriyor ama daha sonra işler tersine dönüp, huzurlu geçeceğini düşündüğümüz hafta sonu, bir anda kabusa dönüşüyor. Travma sonrası stres bozukluğu yaşayan ana karakterimiz, aslında bu sıkıntının kaynağında yer alan eski arkadaşı tarafından Glory Island içerisindeki Prismatic Science isimli bir programa davet ediliyor. Karakterimiz de bunu bir barış çubuğu olarak görüp, kabul ediyor. Daha sonra da her şey tersine gitmeye başlıyor.
The Chant, bir korku oyunu olduğu için huzurumuz daha ilk geceden itibaren bozuluyor. Artık bu adada huzur bulamıyoruz. Onun yerine hayatta kalmak için savaşmamız gerekiyor. Sıkıntı şu ki savaşabilmemiz için elimizde hiçbir şey yok. Oyun, çok hızlı bir şekilde başlıyor ve kısa bir süre sonra hayatta kalmaya çalışan diğer karakterlerin hiçbir işe yaramayan, basit yan karakterler olduğunu fark ediyoruz. Bu sırada Jess, muhteşem bir savaş veriyor, nedense kristaller topluyor ve bunlar da Gloom adı verilen bir boyuta erişim imkanı veriyor. Sıkıntı şu ki karakterimiz tüm bunlara doğru düzgün bir tepki vermiyor. Artık boyut değiştirebilen biri olarak çok sakin duruyor.
Karakterimizin sakinliği sadece boyut değiştirme tarafında değil, savaştığımız düşmanlar tarafında da biraz dikkat çekiyor; Jess, Gloom boyutundan gelen doğaüstü düşmanlara karşı savaşırken, sürekli olarak sakinliğini koruyor. İnsana benzeyen ama aynı zamanda da bitkisel yapılara da sahip olan bu düşmanlar, Gloom içerisinde karşımıza çıkıyor. Kendi boyutumuzda ise maske takan tarikat üyeleri birer düşman olarak sunuluyor. Tüm bu düşmanlar için silah oluşturmamız gerekiyor ve oyun eşya üretme kısmına odaklanmak için uğraşıyor. Üretilebilir silahlar, tuzaklar, fırlatılabilir ögeler derken, envanterimiz zamanla genişliyor.
The Chant oyununun en ilginç yanlarından bir tanesi, savaş/dövüş kısmının tamamen tercihe bağlı olması. Oyunu hiçbir düşmanla savaşmadan bile bitirebiliyorsunuz ama bunu yapmak için gerçekten bir emek sarf etmeniz gerekiyor; savaşmak genellikle kolay çözüm olarak geçiyor. Yine de bu kolay çözüm, her zaman için en iyi deneyimi sunmuyor; ne yazık ki oyundaki savaş mekanikleri oldukça kalitesiz ve sıkıcı. Belki bunun sebebi, Jess isimli karakterimizin savaş/dövüş konusunda deneyimsiz olması ve aynı zamanda da doğru düzgün bir silahımızın bulmaması olabilir ama sonucunda yaşadığımız deneyim ne yazık ki pek bir eğlence sağlayamıyor.
The Chant, savaş mekanikleri ile rahatsız ediyor
The Chant oyunundaki saldırı animasyonları hiçbir zaman tatmin edici bir şekilde sonlanmıyor. Düşmanlardan kaçmak için kullanabileceğimiz kaçınma animasyonu da çoğunlukla hiçbir işe yaramıyor. DualSense üzerinden örnek vermek gerekirse, yuvarlak butonuna iki kere basmak, karakterimizin can havliyle kendisini saldırının gelmediği bir yere atması ile sonuçlanıyor ama bunun animasyonu o kadar uzun sürüyor ki biz tekrar ayağa kalkana kadar zaten tehlike geri gelmiş oluyor. Yine de bu özelliğin işe yaradığı birkaç an bulunuyor oyunun içerisinde. Benzer sıkıntılar, düşmanlarla savaştığınız anda da baş gösterebiliyor.
The Chant oyununda düşmanların ne yazık ki canlarını gösteren bir bar veya herhangi bir sistem yok. Bu, standart düşmanlarda her zaman problem olmasa bile bölüm sonu canavarları ile savaştığınız anlarda kendilerinin canlarını görememek çok sinir bozucu bir hal alıyor. Bu sırada, silahlarımız da kullandıkça kırılmaya daha çok yaklaşıyor. Yani, oyunda sürekli olarak materyal toplayıp, silah da yapmamız gerekiyor ki bu normal bir sistem bence. Sıkıntı, silah değiştirme ve üretme için kullanılan arayüze alışmak. Oyuna yeterince zaman verirseniz, bu da bir sıkıntı olmayacaktır diye tahmin ediyorum.
The Chant oyununda kendi can barımız var ve bu bar, üçe ayrılıyor: Beyin, vücut ve ruh. Bu barları sürekli olarak yüksek seviyelerde tutmamız gerekiyor; eğer herhangi biri sıfıra düşerse, alakalı yan etkiler görüyoruz. Mesela, beyin barı sıfır olduğunda panik atak geçiriyoruz. Panik atak sırasında karakterimiz kimseye saldıramıyor ve sakinleşmesi için güvenli bir bölge bulmamız gerekiyor. Vücut, sıfıra düştüğü zaman direkt olarak ölüyoruz ve ruh sıfırlandığı zaman da meditasyon yapamıyoruz. Meditasyon yapamamak da beyin barımızı dolduramayacağımız anlamına geliyor. Oyunda ayrıca bu barları doldurabilecek can ögeleri de bulunuyor.
The Chant oyunundaki karakterimizin bazı elementleri, rol yapma oyunu sistemleri tarzında yükseltilebiliyor/güçlendirilebiliyor. Mesela, oyunda yaptığımız her aksiyon bize tecrübe puanı kazandırıyor. Dünya üzerinde yaptığımız keşif, beyin için tecrübe puanı kazandırırken, Gloom içerisinde öldürdüğümüz düşmanlar ruh için tecrübe puanı veriyor. Diğer tipteki düşmanları öldürmek de vücut için tecrübe puanı kazandırıyor. Ayrıca, yine bir rol yapma elementi olarak oyunun kritik noktalarında diyalog seçimi yapabiliyorsunuz ve bunlar sizi, oyunun birden fazla finalinden bir tanesine ulaştırabiliyor.
Oyunun düşük bütçeli yapısı kendisini gösteriyor
The Chant oyununu PlayStation 5 konsolumda deneyimledim ve oyunun yeni nesil konsollar için desteği de bulunuyordu. Unreal Engine 4 ile geliştirilmiş olan bu yapıt, ne yazık ki sunum tarafında düşük bütçesini hemen belli ediyor. Oyunun görsel kalitesi öyle çok iyi bir seviyede değil ne yazık ki; gerçeklik hedeflense bile oyun zaman zaman çizgi film tarzında görünebiliyor. Tabii sanat tasarımı o kadar da kötü değil. Dünya üzerindeki düşmanlar biraz basit dursa bile Gloom o kadar da kötü değil. Ayrıca, genel anlamda görsel kalite biraz düşük olsa bile özellikle karakterlerin derilerinde ve kıyafetlerinde çok fazla detay bulunuyor; ekibi bu yüzden tebrik etmek lazım.
The Chant, PlayStation 5 konsolunda gayet stabil bir şekilde, 60 FPS olarak çalışıyor. Aksiyonun yoğun olduğu anlarda bile performans cephesinde herhangi bir problem yaşanmıyor. Oyun ayrıca bu konsolun yeni nesil özelliklerini de güzel bir şekilde kullanıyor; yükleme ekranları inanılmaz kısa sürüyor ve DualSense üzerindeki tetikler de akıllıca kullanılıyor. Mesela, tetiğe hafifçe basmak, hafif saldırıları yapmanızı sağlıyor, sertçe bastığınız zaman da ağır saldırılar gerçekleştiriyorsunuz. Sesler ve müzikler de öyle çok öne çıkan elementler bulundurmuyor içerisinde ne yazık ki. Sunum tarafındaki en zayıf nokta, ne yazık ki bunlar; performans ve görsellik değil.
The Chant, daha önce de söylediğim gibi üç final bulunduruyor fakat bunları deneyimlemek için oyuna her defasında baştan başlamanız gerekiyor. Toplanabilir ögeler için filan da aynı şey geçerli. Yani, eğer yapmak istediğiniz her şeyi tek bir kayıt dosyasında yapamadıysanız, sıfırdan bir kere daha oynamanız gerekiyor ki bu benim pek sevmediğim bir sistem. Ayrıca oyunun bu noktada 7-8 saatte bitirilebileceğini de belirtmem gerekiyor ki bu saatlerin neredeyse tamamında öyle korkutucu bir an da yaşamıyorsunuz. Bu kritik bir nokta; karşımızda bir korku oyunu var sanıyordum. Jess, belki kendi içinde korku yaşıyor olabilir ama bu oyunculara pek yansıtılmıyor.
Eğer ruhsal bir yolculuğa çıkıp, çok ama çok hafif bir şekilde de korkmak istiyorsanız, The Chant oyununa bir şans vermek isteyebilirsiniz. PlayStation Store üzerinde bu oyun 400 TL ama bence 200 TL civarına inmesini bekleyebilirsiniz. Kendisi öyle hemen, ne olursa olsun satın alınabilecek bir oyun değil bence, indirim beklemeye değer. Bunun da en büyük sebebi, ne yazık ki oyunun sıkıcı ve problemli hissettiren savaş/dövüş anları. Oyunun en büyük problemi kesinlikle bu. Onun dışında zaman zaman orijinal ve farklı bir deneyimin sunulduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca, oyun da tam zamanında bitiyor; ne kısa, ne de çok uzun hissettiriyor.