Bağımsız oyun geliştiricisi Ares Dragonis, Lovecraft’tan ilham alarak geliştirdiği The Shore oyununu yayımladı. Howard Phillips Lovecraft’ı bilmeyeniniz yoktur. Lovecraftian terimini de duymuş olabilirsiniz. Adını elbette ki Lovecraft’tan alan bu terim, çağımızda yazarın korku kurgusunun bir betimlemesi olarak kullanılıyor. Edebiyat dünyasının önde gelen bilim kurgu ve korku yazarının eserleri yıllardır film ve oyun sektöründe de etkisini gösterdi ve birçok yapıma ilham kaynağı oldu. Keşif yaparak ve bulmaca çözerek ilerlediğimiz oyun, gerilim dolu atmosferiyle sizi içine çekiyor ve sizi bambaşka bir dünyaya götürüyor.
The Shore oyununda bir adada kaybolan kızımızı aramak için yola koyuluyoruz. Oyunun başlangıcında anladığımız üzere, küçük teknemiz parçalanmış. Adanın dört bir yanında yürüyerek etrafta keşif yapıyoruz ve fark ediyoruz ki bu adaya gelen tek insan biz değiliz. Etrafta bulduğumuz notlarda bu adaya gelen insanların başına gelen şeyleri görüyoruz ve adaya olan merakımız iyice artıyor. Oyunun atmosferi ve müzikleri sizi inanılmaz geriyor. Ada tam olarak ne büyüklükte bilmediğimiz için oyunun bize gösterdiği yollardan ilerliyoruz ve yolculuk burada başlıyor. Bu adanın tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz için karakterimiz de etrafta gördüğü şeyleri betimlemeye çalışıyor kendince ve fikirler üretiyor.
Klasik bir oynanışa sahip olan oyun, ilk başta size nereye gideceğinize dair fazla ipucu vermiyor. Tam karşıda bir deniz feneri var yalnızca ve oraya doğru yürüyoruz. Deniz fenerine çıkmadan önce etrafta yalnızca notlar buluyoruz. Kimisi bir günlük gibi yazılmış kimisi de bir uyarı niteliğinde, bunları okudukça bu adanın sanki büyülü bir yer olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Etrafta fazla etkileşime geçeceğimiz öge olmadığı için deniz fenerine çıkıyoruz ve etrafta birçok yazı ve araştırma notları gözümüze çarpıyor. Özellikle Cthulhu’nun çizimleri ve tasvirleri dikkatimizi çekiyor ve bununla birlikte araştırma notlarında anatomik çizimler de var.
Zamanında buraya araştırma yapmaya gelen birinin notları olduğunu anlıyoruz ancak kendisinden bir eser yok. Zaten oyun bu kadar ayrıntılı da değil açıkçası. Ben burada notlarını bulduğumuz araştırmacıyı oyunun ilerleyen noktalarında belki görürüz diye düşünmüştüm ancak kendisinden eser yok. Oyun gerçekten çok az detaylara sahip ve en basit şekilde yapılmış. Bunların dışında Lovecraft esintileri olan bu oyunda en başta da Cthulhu mitosundan kesitler görmeyi bekliyordum. Acaba Cthulhu’yu da görür müyüm diye düşünürken deniz fenerinden dışarı baktığımızda kendisini görkemli bir biçimde görüyoruz. Sadece uzaktan öylesine bir görünüp sonra da kayboluyor, biz de yolumuza devam ediyoruz.
Peki ama bu ada neresi?
Aslında ada oldukça ıssız ancak bulduğumuz notlar bize pek de öyle söylemiyor. Kendi kolunu feda ettiğini söyleyen birinin notu, delirmek üzere olan insanların mektupları derken adayı dolaşmaya başlıyoruz ve karşımıza basit bulmacalar çıkıyor. O kadar basit bulmacalar ki asla bir saniye bile kafanızı yormanıza gerek yok. Örneğin, sütundan bir yaratığı uyandırmak için sütunun önündeki üç adet objeyi çevirmemiz gerekiyor. Sadece çeviriyoruz ve yaratık uyanıyor ve yürüyerek uzaklaşıyor. Bu tarz fazlasıyla basit bulmacaların olması aslında hikayeye daha da odaklanmanızı sağlamış. Atmosfer öyle ki yer yer gerçekten gerilimi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Bu kısımda ilerledikten sonra göktaşı gibi bir nesne gözümüze çarpıyor.
Burada kızımızın sesini duyuyoruz, tabii deliriyor muyuz, bilemiyoruz. Şahsen ben ilk başta akıl hastası falan olduğumuzu düşünmüştüm. Bu adaya nasıl düştük? Kızımız neden ve nasıl kayboldu? Bu soruların cevaplarını oyunun başlarında asla bilmiyoruz. Sadece yürüyoruz ve kendi kendimize konuşuyoruz. Bir yerden sonra korkunç bir ses de bizimle iletişim kurmaya başlıyor ve kendisinin bir gözcü olduğunu eğer ona yardım edersek kızımızı bulmak için bize yardım edeceğini söylüyor. Başka çaremiz olmadığından kabul ediyoruz. Zaten adada başka ne yapacağız ki biraz aksiyona girelim en iyisi…
Oradan oraya sürüklenirken gözcü, elimize piramit şeklinde bir obje veriyor. Bunu bir silah olarak kullanabiliyoruz ya da bazı bulmacalarda objelerin üstüne doğru tutarak objeleri harekete geçiriyoruz. Öyle harika havalı bir silah değil tabii ki sadece kendimizi güvende hissedelim diye elimizde duruyor. Tamamen anlatı ve hikaye odaklı olduğu için bana kalırsa bu kısımlara fazla özen gösterilmemiş. Zaten bu kısımlarda bizi geren tek şey korkunç seslerin çıkması ve atmosfer oluyor. Adadaki heykellerin ve geçitlerin yanından geçtiğimizde ekranda birden semboller ya da Cthulhu görüntüleri geliyor.
Karşımıza savaşabileceğimiz yaratıklar çıkıyor ve bu yaratıklar o kadar hızlı hareket ediyor ki gideceğiniz yolu bilerek kaçmak zorundasınız yoksa dönüp duruyorsunuz. Elinizdeki piramit de çok fazla hasar vuran bir şey değil, sadece yavaşlatıyor. Bu kısımlar oyunun ilerlemesinde biraz engel oluyor çünkü bu kısımları oynamak bana kalırsa çok sıkıcıydı. Gideceğim yolu karıştırıp dönüp durdum yaratık beni öldürmesin diye, bir de ilerledikçe yaratık çıkmaya devam ediyor. Durup vurmaya çalışıp, öldürmek daha mantıklıydı çünkü arkamıza bakarak koşmamız gerekiyor. Şunu da eklemeliyim ki karakterimiz de o kadar hızlı değil. “Shift” tuşuna basıp, basmamanın pek bir farkı yok gibi geliyor.
The Shore oyununda arkamıza bakmadan kaçıyoruz
The Shore, Lovecraft temasını harika şekilde yansıtmasının yanı sıra oyunda bazı hatalar da mevcut. Örneğin, elimizde piramitle bir yaratığın organlarından birinde geziyormuş hissi veren bir yerdeyken birden elimizdeki piramit birden bire takılıyor ve yaratıklara vuramıyorsunuz. İşin kötüsü yaratıklar da size vuramıyor ya da uzun aralıklarla vuruyor ve ölmüyorsunuz. Aynı noktada 2 kere yaşadığım bu durum oyunu kapatıp açınca düzelmişti. Oyunun bir güncellemeye ihtiyacı var gibi görünüyor bu noktada. Bunun dışında yukarıda da bahsettiğim gibi yaratıkların hızlı olması ve gereksiz fazla olması o kısımları oynamayı sıkıcı hale getirmiş.
Bunun dışında oyunun kesinlikle hiçbir ipucu vermemesi ayrı bir durum. Mesela, yerde bir sürü taşlaşmış kafa olan bir yere giriyorsunuz, amacınız doğru kafayı bulup, yerine yerleştirmek ve oradan çıkmak ama oyun asla size yol göstermiyor. Bütün kafaları denemeye başlıyorsunuz ama gerçekten aşırı zaman alacak bir durum bu, sonra da bir bakıyorsunuz ki tek yapmanız gereken üzerinde bir sembol olan kafayı bulmakmış. Sembolün açık bir şekilde belli olmaması da ayrı dert; onu ararken de dönüp duruyorsunuz.
Oyunun sonuna gelmeden Cthulhu karşımıza çıkıyor ve elimizdeki eseri istiyor. Piramidi ona veriyoruz ve bizi artık kızımıza göndereceğini umut ederken birden bire kendimizi upuzun bir yolda buluyoruz. Yolun sonunda da bizi kocaman bir göz izliyor. Yolda anılarımızdan kesitler var ve bunlarla etkileşime geçerek ilerlerken birden ilerde kızımızı görüyoruz. Ona doğru gitmeye çalışırken önümüzde bir suret beliriyor ve bize aslında kızının hiçbir zaman gerçek olmadığını, bu gerçekliği sıkıldığı için yarattığını söylüyor. Bu adaya amaçsızca getirdiği insanlardan en sevdiğinin biz olduğunu söylüyor. Kısacası bu anıları bizi sevdiği için yaratmış.
Bu noktada çok şaşırdığımı söyleyebilirim. Suret bize kıza ulaşırsa onu gerçek yapabileceğini söylüyor, biz de kıza doğru koşarken oyun bitiyor. Kıza ulaşıyor mu, bunu göremiyoruz. Güzel işlenen hikaye ve harika bir atmosfer yaşatan The Shore, yaklaşık 1 saat içerisinde bitirebileceğiniz gayet güzel bir oyun olmuş. Her yönden basit olan oyunun yalnızca kurgusal ve derin hikayesine kendinizi bırakırsanız gerçekten keyifli olabiliyor. Oyunu Steam sayfasından da inceleyebilirsiniz, fiyatı da oldukça uygun. Ufak tefek hatalar oynanışınızı bozmuyor tabii ki size hikaye okuyormuşsunuz hissini veriyor.